22.7.10
metal up your ass
evet okur. bu o yazı. hayatımın konserinin yazısı. Sonisphere 2010 İstanbul ayağı son günü.
evet ordaydım!!!
İnönü stadyumunda yapılmış olan harikulade bir festivalin son gününe katıldım ben de. tek başıma katıldım, gelecek başka birilerini bulamadığım için. ama kesinlikle değdi.
saat 12:40 civarlarında stadyum dışında beklemeye başlamıştık. herkesler "hacı burası sahne önü mü?" "hoca vip tribün girişi nerde?" sorularıyla etrafta geziniyordu. gel vakit git vakit önümdeki genç ile muhabbet kurduk. malum içeri giriş uzun sürünce sıkıldık orada. neyse bu arkadaş bana o günkü 6 konserin 4ü boyunca eşlik etti, arkasından kaybettik birbirimizi zaten. kendisi sağlam metalci olduğundan ben çoğu yorumuna "hıhı" "evet" "olabilir valla bilmiyorum" şeklinde cevap vermek durumunda kaldım. oysa ki sadece Metallica için oradaydım.
ilk iki konser Gren ve Foma adlı 2 adet Türk grubundu. ilki hangisiydi hatırlamıyorum ama şov uğruna kendini yerlerde paralayan kötü bir solisti vardı kendisinin. diğerleri de, eh işte..
biz de 4 konserlik arkadaşımla gezindik saha içindeki standları falan. buralarda normal parayı gidip exi26 reklamlı jetonumsularla değiştirmemiz gerekiyordu. içeride fiyatlar tabi hayli yüksekti ama yaklaşık 10 saat içeride kaldığımdan bir şeyler yemek gerekti. artan jetonumsular da konser biletiyle birlikte durmakta cüzdanımda.
neysem, sonrasında tarihte ilk kez aynı sahneye çıkacak olan big four dan ilki sahneyi aldılar. Anthrax adlı bu daha önce hiç duymamış olduğum grubu nasıl duymamış olduğuma fazlasıyla şaşırdım konser sonrası...
ardından 2. sırada Megadeth sahne aldı. solistin mikrofonu biraz daha açık olsa daha hoş olabilirdi ancak güzel bir konser de onlardan dinlemiş bulunduk.
tabi konserler sırasında pogolar son sürat devam ediyordu. yanımda burnu kan içinde birileri de geçti arada. ondan sonra bir de konser aralarında stadyumun canı sıkılmış olacak, tüm konser aralarında toplam 20-30 civarı meksika dalgası yaptılar kendileri. saha içinden izlemek pek keyifliydi doğrusu.
5. konser Slayera aitti ve ben bu sırada arkalara doğru kaçtım biraz. malum birazcık(!) gürültülü geliyorlar kendileri bana. konserlerinin sonuna doğru aklıma dank etti. "oha lan!" dedim "bundan sonraki Metallica, herkesler öne doğru hücum eder, şimdi ne kadar gittin gittin." dedim. önlere doğru gittim gidebildiğimce.
sonra yaklaşık her konser sonrasında olduğu gibi bir grup insan sahayı terkettiler. "Metallica niye geliyor ki lan, şu ortama bak." "Metallica'ya kimse kalmazsa ne gülerim lan puhhohaha" şeklinde saçma salak yorumlarda bulunanlara da bir tarafımla gülüyorum çok afedersiniz...
hayatımda gördüğüm en sıkışık topluluğun içine daldım sonrasında. heyecanla bekleyiş sürüyordu. üzerimde take a look to the sky just before you die yazan t-shirtimle, tüm heyecanlımla bekliyordum ben de.
hava gittikçe kararıyordu...
heyecan artıyordu...
konserleri çoğunluğun izlediği 2 küçük ekran haricinde arkada birden bire dev bir ekran belirdi. işte buydu. olması gerekendi. oluyordu. (ay çok heyecanlandım yazarken yine)
The Extasy of Gold ekranda belirdi. çaldı çaldı. artık millette sabır kalmamıştı.
ardından geldiler. tüm ihtişamlarıyla James Hetfield, Kirk Hammett, Robert Trujillo ve Lars Ulrich sahnedeydiler. çığlık çığlığa bağırıyorduk sadece. ardından giriş yaptıkları Creeping Deathi bir süre o anki afallamadan dolayı anlayamadan dinledim.
Metallica'yı bu kadar sevdiğimi bilmiyordum hiç. ilk şarkılarını hep gözlerim dolu dolu dinledim. Rüya gibi akıp gidiyordu işte. öylece de geldi geçti.
dinlediik dinledik. One şovu mükemmeldi. başındaki çatışmanın hepsini alev ve havai fişek şovuyla yaşadık biz de. ve tabi ki mükemmel Fade to Black ve Nothing Else Matters performanslarında da gözlerden süzüldü yaşlar.
ilk gidişlerinden sonra tekrar gelip 3 şarkı daha çaldılar. en son olarak Seek and Destroy çalınmadan önce, James tüm ışıkların açılmasını ve hepimizin birden sahnedeymişçesine söylemesini istedi. söyledik. bağıra çağıra söyledik durduk. sonrasında pena ve baget dağıtımı yapıldı. davulunun üzerinde metal up your ass yazan Lars Ulrich bagetlerini atarken tüm şebekliğini yaptı. big 4 penaları poşetlerden çıkıp tüm sahne önü kesimine yağdı. ardından Death Magnetic turunu bitirmek için İstanbuldan daha yi bir yer düşünemediklerini dile getirdiler. Bizi en yakın sürede tekrar göreceklerini söylediler. ve gittiler...
hayatımın en mükemmel 2 saati de böylece bitirdim işte okur. ölmezlerse eğer tekrar geldiklerinde görmeye beraber gidelim okur, unutturma ;)
James, sesine ve tipine. Kirk, muhteşem sololarına. Robert, duruşuna ve çalışına. Lars, mükemmel müziğine ve konser boyu dışarda duran diline.
hayranım...
evet oradaydım!!!
18.7.10
gecikmeli İstanbul hikayeleri
okur. gecikmeli istanbul hikayesi ne lan? diyorsun, duyuyorum. her türlü yazmayı aksatmış olduğum için kızgınsın bana. ancak telafi ederim bak. karar verdim. internet başına nerdeyse her oturduğumda başına ekşiyeceğim senin tekrardan. here it comes:
tabi benim tatil başladı tee haziran 22 de. sınavımı oldum bittim, prof var ya hani çok öğrencinin çok korktuğu. o işte. girdim çıktım anlımın akıyla da geçtim vesselam.
neysem, sonra gittik İstanbul'a 1,5 hafta kadar kaldık da sağlam kaldık harbi. neler yapmadık neler yapmadık. hele ki sonisphere adlı bir kısmısı var ki onun yazısı bundan sonra gelecek. dıbıdıbıdımmmm
İstanbul görmeyeli kalabalıklaşmış. önce bunu fark ettim. çok sessiz sakin bir şehir idi oysa ki orası(!) ilk günler evin içinde oturmakla geçti hep. ancak öyle güzel bir ilgi odağımız vardı ki (40K kere maşallah) hiç sıkılmadık. minik kuzenim Rüya hanımla geçti bir süre vaktimiz.
arkasından bir baktık ki olmuş hafta sonu. e dedik haydi "karşı"daki eski aile dostlarını görmeye gidelim. gittik, mükemmel sanat ürünleriyle dolu caddelerde gezindik. Sultanahmet olsun, Ayasofya olsun, Topkapı olsun. off. anlatırken böyle bi tekrardan aşık oluverdim güzelliklerine. keşke her birinin içini gezebilecek vaktimiz de bulunsaydı doya doya. ancak onlar yerine Yerebatan Sarnıcını gezdik. gezerken pek bir esprisi yokmuş gibi gelse de koca sarnıç lan. düşünsene koca saray ve daha fazlası ordan su içiyordu. içindeki Medusa başlarının da hikayesini öğrenmenizi tavsiye ederim. bkz: Medusa ->
arkasından gelen pazar günü inönü stadyumunda İstanbul inledi dostlar...
daha sonrasında Kıbrıstan eski bir dost olan ms ile buluştuk ettik, pek güzel bir gündü doğrusu. üzerine hışımla yürüdüğümüz deniz kenarındaki masaya bir teyzemizin koşa koşa oturması ve bize "aaa münasabetsiz!" muamelesi yapması hatırımdan çıkmayacak bir olaydır artık.
tatilin 2 günü de turist moduyla adalarda geçti. Büyükada ve Heybeliadada. kapri, t-shitrt, sırt çantası, şapka ve fotoğraf makinesi 5lemesiyle adalarda gezindim. Heybeliadada kaldığımız odanın manzarası dillere destandı. 2 saat boyunca müzik dinleyerek sıkılmadan izledim o manzarayı. olsa da gitsek...
gitmeden 1 gün öncesinde ise başka bir can dost Murat ile buluştuk. bana o sıkışık zamanında ayırmayı başarabildiği 2 saati için teşekkürlerimi sunuyorum.
İstanbul güzel şehir arkadaş, hiç bir zaman güzel değil demedim. her yaz 1 hafta gezsem, ömrümün sonuna kadar kesin bitirmiş olurum herhalde.
tabi ki bu kadar anlatılan güzellikler sadece yazıyla kalmayacaklar. yaz tatilim sonunda gelecek albümde seyretmek gibi bir lüksünüz de olacak. evet. her platformdan yayınlayacağım tatilimi yüzsüz yüzsüz (muhuhohğahhğah)
sonisphere yazısında görüşmek üzere.
dipnot: hağ bir de sadece sana özel olarak temamı değiştirdim. yeni bir Gökhan olarak bul istedim beni.
tabi benim tatil başladı tee haziran 22 de. sınavımı oldum bittim, prof var ya hani çok öğrencinin çok korktuğu. o işte. girdim çıktım anlımın akıyla da geçtim vesselam.
neysem, sonra gittik İstanbul'a 1,5 hafta kadar kaldık da sağlam kaldık harbi. neler yapmadık neler yapmadık. hele ki sonisphere adlı bir kısmısı var ki onun yazısı bundan sonra gelecek. dıbıdıbıdımmmm
İstanbul görmeyeli kalabalıklaşmış. önce bunu fark ettim. çok sessiz sakin bir şehir idi oysa ki orası(!) ilk günler evin içinde oturmakla geçti hep. ancak öyle güzel bir ilgi odağımız vardı ki (40K kere maşallah) hiç sıkılmadık. minik kuzenim Rüya hanımla geçti bir süre vaktimiz.
arkasından bir baktık ki olmuş hafta sonu. e dedik haydi "karşı"daki eski aile dostlarını görmeye gidelim. gittik, mükemmel sanat ürünleriyle dolu caddelerde gezindik. Sultanahmet olsun, Ayasofya olsun, Topkapı olsun. off. anlatırken böyle bi tekrardan aşık oluverdim güzelliklerine. keşke her birinin içini gezebilecek vaktimiz de bulunsaydı doya doya. ancak onlar yerine Yerebatan Sarnıcını gezdik. gezerken pek bir esprisi yokmuş gibi gelse de koca sarnıç lan. düşünsene koca saray ve daha fazlası ordan su içiyordu. içindeki Medusa başlarının da hikayesini öğrenmenizi tavsiye ederim. bkz: Medusa ->
arkasından gelen pazar günü inönü stadyumunda İstanbul inledi dostlar...
daha sonrasında Kıbrıstan eski bir dost olan ms ile buluştuk ettik, pek güzel bir gündü doğrusu. üzerine hışımla yürüdüğümüz deniz kenarındaki masaya bir teyzemizin koşa koşa oturması ve bize "aaa münasabetsiz!" muamelesi yapması hatırımdan çıkmayacak bir olaydır artık.
tatilin 2 günü de turist moduyla adalarda geçti. Büyükada ve Heybeliadada. kapri, t-shitrt, sırt çantası, şapka ve fotoğraf makinesi 5lemesiyle adalarda gezindim. Heybeliadada kaldığımız odanın manzarası dillere destandı. 2 saat boyunca müzik dinleyerek sıkılmadan izledim o manzarayı. olsa da gitsek...
gitmeden 1 gün öncesinde ise başka bir can dost Murat ile buluştuk. bana o sıkışık zamanında ayırmayı başarabildiği 2 saati için teşekkürlerimi sunuyorum.
İstanbul güzel şehir arkadaş, hiç bir zaman güzel değil demedim. her yaz 1 hafta gezsem, ömrümün sonuna kadar kesin bitirmiş olurum herhalde.
tabi ki bu kadar anlatılan güzellikler sadece yazıyla kalmayacaklar. yaz tatilim sonunda gelecek albümde seyretmek gibi bir lüksünüz de olacak. evet. her platformdan yayınlayacağım tatilimi yüzsüz yüzsüz (muhuhohğahhğah)
sonisphere yazısında görüşmek üzere.
dipnot: hağ bir de sadece sana özel olarak temamı değiştirdim. yeni bir Gökhan olarak bul istedim beni.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)